6 Ekim 2015 Salı

DİKKAT ÖLÜM TEHLİKESİ!!!

“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüklerine bakın.”
Albert Camus (*)

Üniversite yıllarımın ev sahibi, gri şehir; “Ankara”. İstanbullular ve İzmirliler sevmezler Ankara'yı. Zira onlar için güzellik fizikseldir. Oysa ki Ankara'yı güzel yapan şehrin kendisi değildir. Bizim gibiler için Ankara arkadaşlıktır, aşktır. Ne zaman yolum başkente düşse aynı anda vuran melankoli, huzur ve nostalji hisleri kalbimin ritmini değiştirir. Anılarla dolu sokaklarında yürürüm. Akay Yokuşu'ndan inerken Saklıkent'teki uzun konser kuyruklarını, Tunus caddesine girince “Beyaz Geceler”i hatırlarım. İlk gençlik yıllarımdan kayda değer saatler çalan sahafların sokağı Olgunlar'dan Kızlay'a doğru yürürken aldım haberi. Dikimevi'nde kontrolden çıkan bir otobüs ancak 12 kişinin canını alarak durabilmişti. Neticede toplum olarak duygusalız, her trajedi canımızı yakıyor ama olay bildiğin bir coğrafyada olunca acı artıyor. Fiziksel olarak olay mahaline yakın olmaksa eksta acılı. Şoförle ilgili senaryolar duysak da henüz hayatını kaybedenlerin hikayeleri haber bültenlerine düşmedi. Yakında memleketin oturma odalarında gözyaşları sel olur. Neticede söz konusu insanlık olunca hala batının önündeyiz. Ama toplumsal hafızamız zayıf. Yanlış anlaşılmasın, kendimi de toplumdan ayırmıyorum. Olay mahaline yürüyerek yarım saat uzaklıkta olunca insan başka etkileniyor. Kalbimin içi acırken köşeyi kıstırdım kendimi; “Akşam uçağa bineceksin ve indiğinde hepsini unutmuş olacaksın, Nankör!” Kendime öfkelenince uçaktan indiğimde hala içim acıyordu. Ölümler canınızı yakıyorsa en kolay nasıl kaçarsınız? Ölümleri istatistiki verilere dönüştürerek. Sivasta 33 can, Soma da 301 madenci, Suruç'ta 32 genç gibi... Ben de uçaktan iner inmez istatistiki araştırmamı yaptım. Ağustos ayı itibariyle bu yıl trafik kazaları 2469 can alırken 201.294 kişi ise yaralanmış. Üstelik yılı tamamlamaya daha 4 ay var...




Geçen yılın ratingi en yüksek ölümü iş kazalarıydı. Soma'da ambulansa binerken sedye kirlenmesin diye ayakkabısını çıkarmaya çalışan madenci, Ermenek'te oğlum yüzme de bilmez ki diyen madenci babası, Torunlar İnşaat'ın Mecidiyeköy'deki asansör kazası... İhmal ve yetersiz iş güvenliği sebebiyle “kaza değil cinayet” dedik, sosyal medyada ortalığı ayağa kaldırdık, üzüldük, ağladık, bazılarımız gidip yardım etti. Aradan yeterince zaman geçti ve toplumsal hafızamızdan Soma bile silindi... Türkiye'de iş kazaları sonucu her yıl binlerce insan ölüyor. Misal 2015 yılının ilk yedi ayında 971 işçi işe gitmek için yatağından kalktı ve bir daha yorgun vücutlarını aynı yatağa koyamadı.

Haziran seçimlerinden sonra ratingi yükselerek primetime da zirveye oturan ölüm ise şehit olmak. Son günlerde gazetelerde “40 günde 41 şehit” haberlerini görüyoruz. Ülkeyi yıllardır yöneten parti son seçimlerde tek başına iktidar olabilecek oyu alamadı. Biz sonuçlara sevinirken kapalı kapılar ardında planlar yapıldı. Her şey insani yardım ve yeniden inşaa için IŞİD'in elinden kurtarılan Kobani'ye giden gençlere Suruç'ta yapılan saldırıyla başladı. IŞİD yaptı dendi. Ardından iki polis gece uyurken evlerinde vuruldu. Onu da PKK yaptı dediler, biz de yedik. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti bu yapılanları cevapsız bırakmayacaktı elbette. Türk Jetleri IŞİD'i vurmak için havalandı. Birinci gün IŞİD hedeflerine göstermelik saldırılar yapıldı ikinci günden itibaren ise uyuyan PKK uyandırıldı ve her gün ölüm haberleri de gelmeye başladı. Şimdi günde 1-2 ölüme o kadar alıştık ki ilk sayfa haberi bile olamıyor. Bunların hepsi de birilerinin oyu artsın, birilerinin azalsın diye oluyor. Ne şehittir ne gazi misali... Neyse bu konu hakkında yazmamaya karar vermiştim. Bazen yazılarımın altına yapılan yorumlar olayıun kendisinden daha kan dondurucu olabiliyor. O sebeple uzatmayacağım. Zaten baöbaşka bir yere bağlayacağım. Mart ayında Türkiye Barolar Birliği ile Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği açıkladığı verilere göre son on yılda Türk Silahlı Kuvvetleri 818 şehit verirken, kışlada intihar eden asker sayısı 934'müş. Bir ordunun savaşırken kaybettiğinden daha fazla askeri kendi canına kıyıyorsa ortada bir acayiplik var demektir.

Yılın başlarında en büyük ratingi alan ölüm elbette Özgecan Aslan kardeşimizinkiydi. O kadar ulu orta ve o kadar caniceydi ki hepimiz tepkimizi koyduk. Profil resimlerimizi kararttık. Kimimiz meydanlara sokaklara döküldük. Özgecan 2015 yılının ilk sekiz ayında öldürülen 150 kadından sadece biri. Hayatı bizimkilere benzediği için ve hikayesi çok iç acıtıcı olduğu için hepimiz onu tanıyoruz. Diğer 149 kadının bizim için isimsiz.. Özgecan'ın hikayesinin kadın cinayetlerini azaltması gerekmez miydi?

Geçtiğimiz günlerde ölümle masumiyetin aynı karede olduğu bir fotoğraf hayatlarımıza girdi. Sadece memlekette değil tüm dünyada küçük Aylan'ın sahile vurmuş ölü bedenini görenler derinden etkilendi. Bazen bir fotoğraf dünyayı değiştirebilir. O resim ile oluşan kamuoyu duyarlılığına hükümetler kayıtsız kalamadı. Mültecilere çözüm üretmek üzerine çalışıyorlar. Ama mülteciler de ölümden kaçarken ölmeye devam ediyor. 2015 yılının ilk altı ayında, yani denizin ve havaların ideal olmadığı dönemde 2000'den fazla mülteci Ege ve Akdeniz sularında can verdi. Yıl sonunda bu rakam üç katına çıkabilir. Ölümden kaçanların ölmeyi göze alarak kaçmaya çalıştıkları ülkeye “Türkiye” deniyor.


Bu yazıda yer alan 2015 dışındaki rakamların hepsi insan sayılarını gösteriyor. İstatistiki bilgi gibi verilince acısız oluyor ya, bu rakamların ölen insan sayıları olduğunu ve her ölenin ailesi ve sevenleri olduğunu hatırlatmak da gerekiyor değil mi?


(*)Suruç katliamının ardından Kül grubu sayfasında paylaştığı bir resmin altına yazmıştı bu alıntıyı. Yazıya ilham olduğunu kabul etmem gerek.