“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız,
o ülkede insanların nasıl öldüklerine bakın.”
Albert Camus (*)
Üniversite yıllarımın
ev sahibi, gri şehir; “Ankara”. İstanbullular ve İzmirliler
sevmezler Ankara'yı. Zira onlar için güzellik fizikseldir. Oysa ki
Ankara'yı güzel yapan şehrin kendisi değildir. Bizim gibiler için
Ankara arkadaşlıktır, aşktır. Ne zaman yolum başkente düşse
aynı anda vuran melankoli, huzur ve nostalji hisleri kalbimin
ritmini değiştirir. Anılarla dolu sokaklarında yürürüm. Akay
Yokuşu'ndan inerken Saklıkent'teki uzun konser kuyruklarını,
Tunus caddesine girince “Beyaz Geceler”i hatırlarım. İlk
gençlik yıllarımdan kayda değer saatler çalan sahafların sokağı
Olgunlar'dan Kızlay'a doğru yürürken aldım haberi. Dikimevi'nde
kontrolden çıkan bir otobüs ancak 12 kişinin canını alarak
durabilmişti. Neticede toplum olarak duygusalız, her trajedi
canımızı yakıyor ama olay bildiğin bir coğrafyada olunca acı
artıyor. Fiziksel olarak olay mahaline yakın olmaksa eksta acılı.
Şoförle ilgili senaryolar duysak da henüz hayatını kaybedenlerin
hikayeleri haber bültenlerine düşmedi. Yakında memleketin oturma
odalarında gözyaşları sel olur. Neticede söz konusu insanlık
olunca hala batının önündeyiz. Ama toplumsal hafızamız zayıf.
Yanlış anlaşılmasın, kendimi de toplumdan ayırmıyorum. Olay
mahaline yürüyerek yarım saat uzaklıkta olunca insan başka
etkileniyor. Kalbimin içi acırken köşeyi kıstırdım kendimi;
“Akşam uçağa bineceksin ve indiğinde hepsini unutmuş
olacaksın, Nankör!” Kendime öfkelenince uçaktan indiğimde hala
içim acıyordu. Ölümler canınızı yakıyorsa en kolay nasıl
kaçarsınız? Ölümleri istatistiki verilere dönüştürerek.
Sivasta 33 can, Soma da 301 madenci, Suruç'ta 32 genç gibi... Ben
de uçaktan iner inmez istatistiki araştırmamı yaptım. Ağustos ayı itibariyle bu yıl trafik kazaları 2469 can alırken
201.294 kişi ise yaralanmış. Üstelik yılı tamamlamaya daha 4 ay
var...
Geçen yılın ratingi en
yüksek ölümü iş kazalarıydı. Soma'da ambulansa binerken sedye
kirlenmesin diye ayakkabısını çıkarmaya çalışan madenci,
Ermenek'te oğlum yüzme de bilmez ki diyen madenci babası, Torunlar
İnşaat'ın Mecidiyeköy'deki asansör kazası... İhmal ve yetersiz
iş güvenliği sebebiyle “kaza değil cinayet” dedik, sosyal
medyada ortalığı ayağa kaldırdık, üzüldük, ağladık,
bazılarımız gidip yardım etti. Aradan yeterince zaman geçti ve
toplumsal hafızamızdan Soma bile silindi... Türkiye'de iş
kazaları sonucu her yıl binlerce insan ölüyor. Misal 2015 yılının
ilk yedi ayında 971 işçi işe gitmek için yatağından kalktı ve
bir daha yorgun vücutlarını aynı yatağa koyamadı.
Haziran seçimlerinden
sonra ratingi yükselerek primetime da zirveye oturan ölüm ise
şehit olmak. Son günlerde gazetelerde “40 günde 41 şehit”
haberlerini görüyoruz. Ülkeyi yıllardır yöneten parti son
seçimlerde tek başına iktidar olabilecek oyu alamadı. Biz
sonuçlara sevinirken kapalı kapılar ardında planlar yapıldı.
Her şey insani yardım ve yeniden inşaa için IŞİD'in elinden kurtarılan Kobani'ye giden gençlere Suruç'ta yapılan
saldırıyla başladı. IŞİD yaptı dendi. Ardından iki polis gece
uyurken evlerinde vuruldu. Onu da PKK yaptı dediler, biz de yedik.
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti bu yapılanları cevapsız
bırakmayacaktı elbette. Türk Jetleri IŞİD'i vurmak için
havalandı. Birinci gün IŞİD hedeflerine göstermelik saldırılar
yapıldı ikinci günden itibaren ise uyuyan PKK uyandırıldı ve
her gün ölüm haberleri de gelmeye başladı. Şimdi günde 1-2
ölüme o kadar alıştık ki ilk sayfa haberi bile olamıyor.
Bunların hepsi de birilerinin oyu artsın, birilerinin azalsın diye
oluyor. Ne şehittir ne gazi misali... Neyse bu konu hakkında
yazmamaya karar vermiştim. Bazen yazılarımın altına yapılan
yorumlar olayıun kendisinden daha kan dondurucu olabiliyor. O
sebeple uzatmayacağım. Zaten baöbaşka bir yere bağlayacağım.
Mart ayında Türkiye Barolar Birliği ile Türkiye Emekli
Astsubaylar Derneği
açıkladığı verilere göre son on yılda Türk Silahlı
Kuvvetleri 818 şehit verirken, kışlada intihar eden asker sayısı
934'müş. Bir ordunun savaşırken kaybettiğinden daha fazla askeri
kendi canına kıyıyorsa ortada bir acayiplik var demektir.
Yılın başlarında en büyük ratingi
alan ölüm elbette Özgecan Aslan kardeşimizinkiydi. O kadar ulu orta
ve o kadar caniceydi ki hepimiz tepkimizi koyduk. Profil
resimlerimizi kararttık. Kimimiz meydanlara sokaklara döküldük.
Özgecan 2015 yılının ilk sekiz ayında öldürülen 150 kadından
sadece biri. Hayatı bizimkilere benzediği için ve hikayesi çok iç
acıtıcı olduğu için hepimiz onu tanıyoruz. Diğer 149 kadının
bizim için isimsiz.. Özgecan'ın hikayesinin kadın cinayetlerini azaltması gerekmez miydi?
Geçtiğimiz günlerde
ölümle masumiyetin aynı karede olduğu bir fotoğraf hayatlarımıza
girdi. Sadece memlekette değil tüm dünyada küçük Aylan'ın
sahile vurmuş ölü bedenini görenler derinden etkilendi. Bazen bir
fotoğraf dünyayı değiştirebilir. O resim ile oluşan kamuoyu
duyarlılığına hükümetler kayıtsız kalamadı. Mültecilere
çözüm üretmek üzerine çalışıyorlar. Ama mülteciler de
ölümden kaçarken ölmeye devam ediyor. 2015 yılının ilk altı
ayında, yani denizin ve havaların ideal olmadığı dönemde
2000'den fazla mülteci Ege ve Akdeniz sularında can verdi. Yıl
sonunda bu rakam üç katına çıkabilir. Ölümden kaçanların ölmeyi
göze alarak kaçmaya çalıştıkları ülkeye “Türkiye”
deniyor.
Bu yazıda yer alan 2015
dışındaki rakamların hepsi insan sayılarını gösteriyor.
İstatistiki bilgi gibi verilince acısız oluyor ya, bu rakamların
ölen insan sayıları olduğunu ve her ölenin ailesi ve sevenleri
olduğunu hatırlatmak da gerekiyor değil mi?
(*)Suruç katliamının ardından Kül
grubu sayfasında paylaştığı bir resmin altına yazmıştı bu
alıntıyı. Yazıya ilham olduğunu kabul etmem gerek.